Ömür Dediğin...

Ömür Dediğin...

“Yaş otuz beş! yolun yarısı eder./Dante gibi ortasındayız ömrün./Delikanlı çağımızdaki cevher,/ Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,/Gözünün yaşına bakmadan gider.” (Cahit Sıtkı Tarancı)

 

Yolun yarısı diye tabir edilen bir günde gençlerle buluştuğumuz bir zaman dilimde ana şahitlik eden bu dizelerle başlamıştık sohbete. Tarifi kelimelerle imkansız bir dem yaşıyor insan o an. Zaman geçtikçe, yapraklar sarardıkça, saçlar ağarıp şakaklara karlar düştükçe, takvimden yapraklar azaldıkça yaşlandığının farkına varıyor insan belki de. Saniyelere bile değer ve mana yüklerken, yıllar geçtikçe saatlerin bile farkına varılmayan bir hayat kalıyor elde. Ve bizler hayatı çok çabuk unutuyoruz, tıpkı kendimizi unuttuğumuz gibi yine...

 

Saat işliyor, zaman ilerliyor ve ömür geçiyor. Aşkı sonsuz diye yaşadığımız nice sevdalar son buluyor. Bahar diye tabir edilen bir mevsimde yeşeren yaprağın, hazan denilen bir mevsimde sararıp solması gibidir işte hayat. Ve sararmış, solmuş bir gazeli savuran mutlaka bir rüzgarla da karşılaşıyor insan. Şairin ifade ettiği gibi artık kendisine bile tahammülü kalmıyor insanın. Dost edindiği nice dünyalıklar gün geliyor beklenen sonu haykıran bir hakikat abidesine dönüşebiliyor. Belki dostluklar buraya kadar dedirtiyor yani insana...

 

Bir yaş günü diye başlayan kelimeler, cevabı verilemeyen sorularla alıp gidiyor işte. Sonuçta hayat dediğin tek giriş ve tek çıkışlı bir kapıdan ibaret değil midir? Kapıdan içeri girmek kaderse bizler için, çıkışı da kaderin bir gereği değil midir? Ezanla başlanılan kulluk yolunun salayla sona ermesi değil midir hayat? Ya ömür? Üstadın ifadesiyle bir göz kırpmaktan ne farksızdır. Sonuçta doğmak, yaşamak, ölmek ve arası ömür diye ifade edilen ve göz  kırpmadan farksız olan zaman. Zamana mı yenik düşüyor insan, yada gerçekten zamanın farkına mı varamıyor? Ya da zamandan hasıl olan hakikati mi idrak etmekten aciziz?

 

Ömür dediğin gelip geçiyor velhasıl. Hangi edebi kelimeyle tarif edeceksen et, hangi manayı yükleyeceksen yükle ona, akıp gidiyor. Yaş gibi, hayat gibi, ömür gibi işte... Sonsuzluğu unutuyor insan. Baki alemden ziyade fani dünyanın heva ve heveslerine bir ömrü esaret kılıyor. Her şeyi fanileşiyor sonra, değersizleşiyor. Manasını ve özünü yitiriyor. Duygular gibi. Aşklar ve sevdalar gibi. Ne kadar sahte, ne kadar geçici... Göz açıp kapayıncaya kadar sona eren bir yaşam sonuçta...

 

Bir ömür ki, hesabını vermek nede zor. Çocukluktan yaşlılığa, gençlikten yaşlılığa, olgunluktan yaşlılığa... Hayata dair her şeyi yaşlılığa erteliyor insan, yaşanması gereken her şeyi, yapılması gereken her görevi, vazifeyi, ibadeti...

 

Ve bir insanın en son tesellisi EYLÜL... Sararmaya başlayan yapraklar, dökülmeye başlayan yanaklar... Ve KASIM... Derken ARALIK....

 

Sonbahar her insanın ahiret yolculuğuna son hazırlanışı... Ve dünya hayatının son demleri... Bütün ertelediklerimizi yaşamaya çalıştığımız tek mevsim. Çocukluğumuzu, gençliğimizi ve olgunlukla beraber yaşlılığımızı da yaşamaya çalışıyoruz. Lakin yıpranmış, sararmış, solmuş olan bu beden artık dayanmıyor. Kaldıramıyor bu ağır yükü. Halbuki yaş gençken isyanımız yükümüzün ağırlığından değil miydi ki? Neden öğleyse şimdi kat be kat fazlasını yaşadığımız bu fazlalıklarımız yada ertelediklerimiz...

 

Ve bütün güzelliklerden mahrum gözler kapanıyor. Beden nefes alıp vermiyor artık. Yakınlar, kolumdaki baba yadigarı saate bakıyor. Durmak üzere... ve duruyor.... Ölüm ve ondan çok uzak olanlar... Ölüm sadece kabristanlığa kadar anılıyor... Ve son kez kapılar kapanıyor...

Hutbe ve resim yarışmalarıyla DİTİB'in 40'ıncı yıl heyecanı
Önceki Hutbe ve resim yarışmalarıyla DİTİB'in 40'ıncı yıl heyecanı
Ben senden vazgeçmeyeceğim Sevgili...
Sonraki Ben senden vazgeçmeyeceğim Sevgili...